1924’te Osmanlı hanedanına mensup 155 kişi bir trene bindirilerek yurt dışına sürgüne gönderildi. Her bir aile farklı bir yere savrulup hayatta kalmakla uğraşırken hepsinin ortak bir sıkıntısı vardı: Para. Bazıları yanlarına doğru düzgün bir şey alamadığından ötürü, yeni hayatına doğrudan düşük bir mevkide başladı, bazıları da ellerindeki parayı nasıl kullanacaklarını bilmediklerinden yavaş yavaş yoksullaştı. Ve pek çoğu dünyaya hazin bir şekilde veda etti.
İşte bu insanlar arasında en dikkat çeken isim, Sultan Abdülhamid’in oğlu Mehmed Abdülkadir Efendi’ydi. Neredeyse bütün parasını gece hayatında tüketen, hovardalığı yüzünden eşleri tarafından terk edilen, beş parasız kalıp kahvehanelerde keman çalarak karnını doyuran Abdülkadir Efendi, Sultan Abdülhamid’in beşinci çocuğu, üçüncü oğluydu. 1878’de doğdu. Başına buyrukluğu ve isyankârlığıyla nam salmış bir şehzade olarak babasıyla arası mütemadiyen bozuktu.
İlk evliliğini Mislimelek Hanım’la babasının baskısıyla gerçekleştirince, daha sonra Macide Hanım’ı sarayın onayını almadan ikinci eşi yaptı. Onu kararından bir türlü vazgeçiremediler ama Macide Hanım’dan doğan iki çocuğu şehzadelikten men edip onlara maaş bağlamadılar.
Sarayla sürekli sorun yaşayan Abdülkadir Efendi, 1924’te diğerleriyle birlikte sürgüne gönderilince bu baskı ortamından kurtuldu. Diğer hanedan üyelerinin aksine, kendine yurt olarak Budapeşte’yi seçmesinin sebeplerinden biri de, onlarla arasındaki mesafeyi korumak niyetiyleydi.
17 YAŞINDAKİ BİR DANSÇIYA AŞIK OLUNCA…
Abdülkadir Efendi, üç karısı, üç şehzadesi, bebek olan bir kızı, bir haremağası, dört kalfası ve bir hizmetçisiyle Budapeşte’ye inince şehrin en lüks oteline yerleşti. (Birkaç gün sonra Bidar ismindeki küçük kızı öldü. Bu, sürgünde ölen ilk hanedan üyesi olarak tarihe geçti.) Tabii bütün Budapeşte gazeteleri, radyoları da onlarla ilgili haber yapmaya başladı. Kapılarından gazeteciler eksik olmuyordu. Bu popülerlik, 1933’te Budapeşte’den Sofya’ya gidene değin sürecek olsa da, gazeteler onunla ilgili çok kötü şeyler de yazacaktı.
Abdülkadir Efendi, pek çok hanedan üyesi gibi, yeni durumunu yeteri kadar kavrayamadı, hâlâ her şeye kadir biri gibi davranıyordu. Karılarıyla çocuklarını otele kapayıp gün aşırı Budapeşte’nin gece hayatında boy göstermesi ve hesapsızca para harcaması da bundan ötürüydü.
Abdülkadir Efendi, eşlerine ayrı ayrı evler açıp kendine de bir garsoniyer tuttu. Yaklaşık bir yıl sonra, yine bir gece eğlencesinde Irén Orbán adlı 17 yaşındaki bir dansçıyla tanışınca ona dini nikah kıydı. Ancak kız hamile kalıp doğurunca işler yavaş yavaş çığırından çıkmaya başladı. Olay evvela aile içinde bir krize yol açtı, hadi bu halledilirdi, ama Irén nafaka istemiyle Abdülkadir Efendi’yi dava edince bütün gazeteler bundan bahsetmeye başladı.
MACİDE SULTAN, ŞEHZADEYİ TERK EDİP GÜZELLİK SALONU AÇIYOR
Abdülkadir Efendi’nin hovardalığı, cebindekini fütursuzca harcaması üzerine bir de bu eklenince ilk isyan bayrağını Macide Sultan çekti. Bir gün kimseye haber vermeden çıkıp gidince, Abdülkadir Efendi onu, (yanında götürdüğü kendi mücevherlerinden dolayı) hırsız diye polise şikayet etti. Yetmedi, gazetelere demeç üzerine demeç verdi.
Macide Hanım bir yandan Abdülkadir Efendi’den boşanmaya çalışırken bir yandan da nasıl para kazanacağını düşünüyordu. Bir süre sonra, ona başından beri yardım eden Bayan Meleghy’yle birlikte “Prenses Manikür Güzellik Salonu”nu açtı. Ardından halı, kilim ticareti yapmaya başladı ama her iki işten de yeteri kadar para kazanamadığından ve çocuklarını göremediğinden ötürü Abdülkadir Efendi’nin yanına dönmek zorunda kaldı. Elbette bu kısa süreli bir dönüştü.
Bir zaman sonra tekrar kaçtı. Türkiye’ye kaçak olarak dönüp burada yasal olarak nasıl kalabileceğini araştırdı ama hüküm kesindi, hanedan üyeleri ülkeye dönemezlerdi. Ancak Macide Hanım Abdülkadir Efendi’den ayrılırsa hanedanla arasındaki ilişki son bulur ve bu şekilde yurda dönebilirdi, tabii çocukları bu haktan yararlanamazlardı.
Macide Hanım 1929’a kadar Budapeşte’de kaldı ama sonrasında ne yaptığı tam olarak bilinemedi. Budapeşte’deyken anılarını anlatan bir kitap yazdı. Bu kitap çok konuşuldu ama 1927’de Napkelet Asszonya (Doğu’nun Hanımefendisi) adındaki bir filmde başrol oynaması onun popülerliğini hepten arttırdı. (István Mihály’nin yaptığın bu kısa müzikal filmi çok aradım ama bulamadım.)
Abdülkadir Efendi kitaba da, filme de, güzellik salonuna da çeşitli davalar açtı, Macide Hanım’ın başarısızlığa uğraması için elinden geleni yaptı ama bütün bunlarla uğraşırken aslında kendi kuyusunu kazdığını fark edemedi.
ŞEHZADE CAZ BAND
Abdülkadir Efendi, Budapeşte’ye geldiğinden beri hovardalık yaptığı için sadece kendini değil, bütün ailesini ekonomik olarak müşkül bir duruma düşürdü. Gerek alıp da ödeyemediği borçlardan gerekse de eşleriyle yaşadığı skandallardan ötürü artık gazetelerde ve karakollarda kötü bir şöhretle anılıyordu.
1929’da üç odalı bir eve taşınmak zorunda kaldıklarında daha fazla dayanamadı ve çocukluğunda çalmayı öğrendiği kemanı çıkarıp rızkını müzikten kazanmaya çalıştı. O vakitler Budapeşte’deki kahvehanelerde pek çok müzisyen boy gösteriyordu ve bunların büyük bir çoğunluğu Macar şarkıları çalıyorlardı. Abdülkadir Efendi ve arkadaşlarının kurduğu “Şehzade Caz Band” ise adı üstünde caz yapıyordu. Caz o yıllarda dünyada yeni yeni yayılan bir müzik türüydü ve Budapeşte’de elit zevkli zenginlerin takıldıkları kahvehanelerde rağbet görüyordu.
Ancak 1929 Buhranı, hemen her yerde olduğu gibi Budapeşte’de de etkisini gösterdi. Bu da sadece Şehzade Caz Band’ın değil, pek çok kahvehanenin sonunu getirdi.
İKİNCİ KARISI MEZİYET HANIM DA ŞEHZADEYİ TERK EDİYOR
O yıllarda Abdülkadir Efendi’yle röportaj yapan bir muhabir, “Ona baktığınızda karşınızda duranın bir şehzadeden çok bir devlet memuru olduğunu düşünüyorsunuz,” diye yazmıştı onu anlatırken. Gerçekte ise bundan daha berbat durumdaydı Abdülkadir Efendi: Kötü bir mahallede, iki odalı güneş görmez bir zemin kata taşınmışlardı ve buranın kirasını vermediklerinden ötürü, bir zaman sonra apar topar dışarı atılacaklardı.
Abdülkadir Efendi’nin ikinci karısı Meziyet Hanım’ın evi terk etmesi de işte bu sıkıntılar yüzünden oldu. Böyle olunca da, daha önce Macide Hanım’a sayfalarında yer veren gazeteler, bu kez Meziyet Hanım’ın kapısında beklemeye başladı. Hatta bir gazeteci şöyle yazdı:
“Ancak devir değişiyor. Habsburg prenslerinden biri geçenlerde Viyana’da bir bakkal dükkanı açmış, bir diğeri Hollywood’da filmlerde figüranlık yapıyormuş. Rus prenslerinden biri de Seine Nehri kıyısında kaz satıyormuş. Bu durumda Révai Sokak’taki bu binanın mütevazı bir şekilde döşenmiş dairesinde yaşayan bu güzel Türk hanımının aslında Osmanlı tahtının varislerinden birinin karısı olduğuna da inanmam gerek.”
Meziyet Hanım da, tıpkı Macide Hanım gibi Abdülkadir Efendi’yi ağır şekilde yeren açıklamalar yapıyor, modern kıyafetler içinde boy boy fotoğraflar çektiriyor ve para kazanıp kendi yolunu nasıl çizeceğini düşünüyordu. Pek tabii ki bu kolay olmuyordu.
‘MACAR LOKANTALARINDA KEMANCILIKTAN BULGARİSTAN’DA KANTARCILIĞA…’
Abdülkadir Efendi, dokuz on yılda bütün parasını, prestijini, eşlerini yitirip 1933’te Sofya’ya kaçmak zorunda kaldı. Yanında bir tek, istemeden evlendiği ilk karısı Mislimelek Hanım vardı.
Abdülkadir Efendi’nin Sofya günleri, Budapeşte’ye nazaran daha iyi geçiyordu, zira burada kimse onun Budapeşte’de yediği haltları bilmiyordu, üstelik bazı Türkler ona arka çıkıp maddi yardımda dahi bulunuyordu. Derken Bulgar Kralı III. Boris, Abdülkadir Efendi’yi hem aşağılayan hem de arka çıkan bir şekilde ona düzenli bir maaş karşılığında kantarcılık işi verdi.
Her şeye rağmen bir düzen tutturduklarında Abdülkadir Efendi yine rahat durmadı ve bu kez genç bir Bulgar kızıyla birlikte olunca, hayattaki en büyük destekçisi Mislimelek Hanım da 1943 yılında onu terk etti.
Abdülkadir Efendi, bundan bir yıl sonra, II. Dünya Savaşı sırasında, Sofya’ya düzenlenen bir hava saldırısı esnasında bu dünyadan ayrıldı. (Kimi kaynaklarda kalp krizinden kimi kaynaklarda bombalama esnasındaki izdihamda ezildiğinden öldüğü söylenir.)
ÇOK TİTİZ BİR ÇALIŞMA
‘Budapeşte’de Bir Osmanlı Şehzadesi: Sultan Abdülhamid’in Oğlu Abdülkadir Efendi’nin ‘Orijinal Belgelerle’ Macaristan’daki Sıra Dışı Sürgün Hayatı’ adlı, Yapı Kredi Yayınları etiketiyle raflara giren kitabın yazarı Tarık Demirkan.
Demirkıran kitabı pek çok kitap ve makaleyle belgelendirse de, esas dikkat çeken kaynakları dönemindeki Budapeşte gazeteleri ve dergileri. Demirkıran bize olayları anlatırken, bunları gazete ve dergi haberleriyle birlikte veriyor. Biz de böylece hem olayların magazinel boyutunu kavranıyoruz hem de kimi özel ayrıntıları öğreniyoruz.
Demirkıran’ın diğer önemli kaynakları ise Macide Hanım’la Mislimelek Hanım’ın hatıraları. Mislimelek Hanım’ın hatıraları ‘Haremden Sürgüne: Bir Osmanlı Prensesi’ adıyla İnkılâp Yayınları etiketiyle basılmıştı. Ancak Macide Hanım’ın hatıraları Macarca olarak basıldı ve araştırdığım kadarıyla Türkçesi henüz çevrilmedi. Umarım bunu da yakın zamanda çevirirler ve biz de hepsini karşılaştırarak okuma şansına erişiriz.